Daha
önce yayımladığım “İsyan” isimli hikayemde geçen savaş’ın anlatıldığı hikayemdir.
Hikaye 3 kısımdan oluşuyor.
1. Kara Ova
2. Yağmur ve Kan
3. Gözyaşı
Blog
sitemde yayımladığım ve bu hikayenin temeli olan “İsyan” isimli hikayem ise en aşağıdadır.
Kara Ova
Krallığın başkentine iki günlük
uzaklıktaki Kara Ova’da, kısa bir zaman
öncesine kadar kardeş olan insanlar şimdi karşı karşıyaydı. Bu ova ismini,
yüzeyinde çıkan ve yeryüzünde başka hiçbir toprakta bulunmayan siyah renkteki
otlardan alıyordu. Bu siyah renkteki bitkiler oldukça zehirliydi. Nice insanın
ve hayvanın canını almışlardı.
Tarihin
tutulmaya ve Krallıkların kurulmaya başlamasından önce yaşayan bilgeler, bu
ovanın ismini Kara Ova olarak koymuşlardı. Şimdi ise bu Kara Ova bağrında
yetişen zehirli bitkilerden aldığı bu isminin şanına yakışırcasına, kara bir
olayın daha sonuçlanmasına şahitlik edecekti.
Kral savaşın başlamasına kısa bir
zaman kala; çadırında oturmuş ve düşüncelere dalmıştı. Oğlunun isyana
kalkışmasını sağlayacak bir nedeni olup olmadığını düşünüyordu, sanki, bir
yıldır hiç düşünmezmişçesine.
Bir
kral gibi davranamayıp duygularına ve sevgisine yenik düşmüş, isyanın başlamasından
bir ay sonra oğluna; yanında at koşturan ve isyanın asıl sorumlusu olan Kurt’un
kafasını yollaması karşılığında, affedileceğini, hiçbir hakkını elinden alınmayacağını
onaylayan ve üzerinde kendi mührünün bulunduğu bir mektup yollamıştı. O
mektubun karşılığı olarak, mektubu taşıyan elçilerin kafaları cevap olarak geri
gönderilmişti. Elimden geleni yaptım diye düşündü.
Fırtınalı bir günde doğan bu hırçın çocuğu
hala sevdiğini hissediyordu. Haksızlığa tahammülü olmayan ve babasının gençliğini
andıran bir vücuda ve yüze sahip oğluna baktığında, kendisini görürdü hep.
Siyah saçları, kahverengi gözleri, uzun boyu ve bir heykeltıraşın elinden çıkmışçasına
hatlara sahip yüzü. Çok çabuk kavrayan, bedeli ne olursa olsun asla yalan
söylemeyen ve hırçın bir çocuktu.
Gençliğinde, o da zaman zaman babasının
hareketlerine anlam veremez ve çoğu zaman da kızardı, ama asla bir isyanın
içerisine girmemişti. Bir oğul, babasının canını almayı nasıl düşünürdü ki?
Kral olmadan önce babasının
nasihatlerini dinlemişti hep. Babası ölüm döşeğinde cebelleşirken oğlunu çağırmış
ve ona;
“Sen benim oğlumsun ve benim sana karşı bir zafiyetim
var. Tanrılara şükür ki sizler iyi çocuklar oldunuz ve beni istemediğim şeyleri
yapmak zorunda kalan gaddar bir kral olmaktan kurtardınız. Evladım unutma! Sen
bir kralsın. Bir baba da olacaksın elbette ama, sen herşeyden önce bir kralsın.
Bir kral evlatlarının huzurundan çok, diyarının huzurunu önemser. Bir Kralın
tek bir amacı vardır. O da diyarının huzurudur. Eğer iyi bir şekilde anılan bir
Kral ve iyi bir baba olmak istiyorsan evlatlarını iyi yetiştir ki sana köstek
olmasınlar. Sana köstek olmadıkları gibi sen öldüğünde birbirlerine
düşmesinler. Bir evladın görevi babasına destek olmaktır. Bunu sakın unutma.”
demişti.
Yaklaşık 30 sene geçmişti bu olayın
üzerinden. Şimdi babasının suretini karşısında görüyor gibiydi. Bir kral
olmanın bilincini yitirmişçesine çocuklaşıvermişti. Sanki babası karşısındaydı.
Utanıyordu. “Evlatlarını böyle mi yetiştirdin?”
diye bir ses duyacağına emin bir şekilde karşısında ki boşluğa bakıyordu. “Öğüdümü dinlemedin ve şimdi olanlara bak.”,
“Oğlun, kendi kanından doğan ilk erkek
çocuğun, sana karşı isyan etti. Kendi halkına kıydı ve sen buna engel olamadın.”.
Evet, sanki bunları duyuyordu boşluklardan. Bir fısıltı gibi çalınıyordu
kulaklarına. Elleri ile kulaklarını kapadı ve tam bu sırada içeriye bir muhafız
geldi.
“Kral’ım düşman
kuvvetleri hareketlenmeye başladı.”
Muhafıza, duyduğunu ve az sonra
dışarıya çıkacağını anlatan bir kafa işareti yaptı ve muhafız reverans yaparak
çadırdan çıktı. Az önce kendi kişisel muhafızı kendi kanından doğan ilk erkek
çocuğuna düşman demişti. Oğluna düşman demişti.
Bu
yola girilmişti artık. Ne yazık ki bu yol; kardeş kanlarıyla, kopan vücutların
uzuvlarıyla ve acı dolu çığlıklarla doluydu. Yolun sonunda ise tam bir karanlık
hüküm sürmekteydi. Kendi oğlunun yakalanıp idam edilmesi veya bir asker
tarafından doğranmasını görecekti kendi gözleriyle.
Oğlunun
yanında duran hainin canlı yakalanmasını emretmişti. Ya oğlunuz? dediklerinde
ise, “Buna kendisi karar verecek. Aman dilerse o da canlı bir şekilde
yakalanır. Yok aman dilemez ise ne kadar haksız da olsa onurlu bir insan gibi
ölür.” demişti ve bunları söylerken vücudundaki bütün sıcaklığın kendisini terk
ettiğini düşünmüştü. Babasının olmaktan korktuğu o Gaddar Kral, kendisi olmuştu.
Kendi oğlunun katili olacak olan bir baba.
Kral
kendine bu soruyu sordu. İnfazını mı görmek isterdi? yoksa, savaş sonrasında ki
parçalanmış vücudunu mu? İkisini de istemediğini biliyordu. O, yeni doğan tahtın
varisinin, dünya üzerindeki bütün kokulardan daha güzel kokan, o kundak kokusu
ile kollarında olduğunu ve ona gülümsediğini görmek istiyordu. Bu duygu
yoğunluğuyla daha fazla mücadele edemeyeceğini hissetti ve dışarıya çıktı.
Kral
dışarıya çıktığında Kara Ova’nın üstüne bir örtü gibi örtülen kara bulutları gördü.
Yağmurun yağacağını hissetti. Karşısında duran ve oğlunun komuta etmekte olduğu
10 bine yakın isyan ordusuna baktı. Kendi ordusuyla karşılaştırıldığında çok
ufak bir insan topluluğu gibi kalıyorlardı.
Kral’a
karşı ayaklanan oğlu, önüne gelen şehirleri yakmış ve safına katılmayan bütün
insanları öldürmüştü. İsyana başladığı, taht üzerindeki hakkını; babasını hiçe
sayarak, kan dökerek istediği ve aynı gün babasına tahtı bırakmasını aksi
takdir de bunu canıyla ödeyeceğini, bir kuzgunun bacaklarına bağladığı bir
kağıt parçası ile yolladığı günden bu yana, neredeyse bir yıl geçmişti. Bu bir
yıl içerisinde babası tarafından kendisine yollanan elçilerde dahil olmak üzere,
binlerce masum insanı öldürmüştü. Nihayetin de bu isyan, bu ovada kaderini
belli edecek ve haklı ya da haksız olan bir taraf bu isyanı sonlandıracaktı.
Rahiplerin söylediği gibi, aslında bu kararı Tanrılar verecekti.
Kral’ın kuvvetleri toplamı 100 bini
buluyordu. 10 bine yakın okçu, 20 bine yakın süvari ve 70 bine yakın piyadesi
ile dev bir orduya sahipti. Oğlunun kuvvetleri ise, casuslarının getirdiği
raporlara göre; 2 bine yakın okçu, 5 bine yakın süvari ve 10 bine yakın
piyadeden oluşuyordu. Savaşın sonucu çoktan belli gibi gözüküyordu. Kral’ı savaşın
kazanılamaması hakkında endişelendiren hiç bir şey yoktu. Komutanlarından
birisi ise endişesini dile getirircesine;
“Kral’ım sayı
olarak oldukça fazlayız. Kurt’un komuta ettiği süvarileri püskürttüğümüzde bu
savaş sonlanmış olacaktır.”
Kral, Kurt ismini duyduğunda vücudunun
bütün hücreleri sağ eline yönelmiş ve bir baskı uygularmışçasına yumruğunu
sıktı. Komutana doğru döndü ve gayet sinirli ve sert bir ses tonuyla;
“O kendini Kurt
sanan köpeğin canlı bir şekilde ele geçirilmesini istiyorum. Savaş başladığında
okçularım oklarını, Kurt’un içinde bulunduğu süvarilere doğru fırlatmayacaklar.
Süvari kuvvetlerimizin hepsinin, savaşın seyri ne olursa olsun, Kurt’un komuta
ettiği süvarilere yönelmesini istiyorum. O adam elinizden kaçmamalı.”
“Emredersiniz Kral’ım.”
dedi komutanı. Sesi çok endişeli çıkmıştı.
Kral son bir kez ovaya ve belki kundaktaki
gülümseyen oğlunu görürüm umuduyla isyancılara baktı. Sonra, babalık
içgüdülerinden azat edilmişçesine komutanlarına döndü. Yine çok sert ve sinirli
bir ses tonuyla gürlercesine;
“Herkes yerlerine
geçsin.” diye emretti.
Kendisi
de atının üstüne çıktı ve bütün olayları ve ovayı görebilecek konumda olan bir
tepeye yöneldi. Yanında 200’e yakın kişisel muhafız ve emirlerini birliklere
götürmek üzere hazır bekleyen 100’e yakın atlı bulunmaktaydı.
Kral’ın
belirlediği stratejiye göre, piyadeler 30 birliğe bölünmüştü. 10 ar birlik bir
sıra oluşturacak şekilde üç uzun hat oluşturulmuştu. Piyade birliklerinin 2.
hattının arkasına ve 3. hattının önüne ise okçular yerleştirilmişti. Süvariler
ise her iki kanada yerleştirilmiş toplam 10 birlikten oluşuyordu.
Kral derin bir nefes aldı ve bu sırada
yağmurun sesini ve kokusunu hissetti. Çok güzel kokuyordu toprak. Yağmurla
buluşunca sanki doğası değişiyor ve bir başka kokuyordu. Az sonra söyleyeceği
tek bir kelimeyle binlerce insanın öleceğini biliyordu. Biraz bekledi. Sanki,
ölecek olanların biraz da olsa bu kokudan nasibini almalarını ister gibiydi.
Oğlunu gözünün önüne getirdi ve yanında duran baş yaverine döndü;
“Piyadeler harekete
geçsin.”
Uzun bağrışmalar duyuldu. Ses
tellerini yırtmaya çalışırcasına uzun sesler. Hepside aynı şeyi tekrarlıyordu;
“Piyadeler
İleriiiiiii!”