Translate

17 Mayıs 2012


Daha önce yayımladığım “İsyan” isimli hikayemde geçen savaş’ın anlatıldığı hikayemdir. Hikaye 3 kısımdan oluşuyor.

1.    Kara Ova
2.    Yağmur ve Kan
3.    Gözyaşı

Blog sitemde yayımladığım ve bu hikayenin temeli olan “İsyan” isimli hikayem ise en aşağıdadır.



Kara Ova


            Krallığın başkentine iki günlük uzaklıktaki  Kara Ova’da, kısa bir zaman öncesine kadar kardeş olan insanlar şimdi karşı karşıyaydı. Bu ova ismini, yüzeyinde çıkan ve yeryüzünde başka hiçbir toprakta bulunmayan siyah renkteki otlardan alıyordu. Bu siyah renkteki bitkiler oldukça zehirliydi. Nice insanın ve hayvanın canını almışlardı.

Tarihin tutulmaya ve Krallıkların kurulmaya başlamasından önce yaşayan bilgeler, bu ovanın ismini Kara Ova olarak koymuşlardı. Şimdi ise bu Kara Ova bağrında yetişen zehirli bitkilerden aldığı bu isminin şanına yakışırcasına, kara bir olayın daha sonuçlanmasına şahitlik edecekti.

         Kral savaşın başlamasına kısa bir zaman kala; çadırında oturmuş ve düşüncelere dalmıştı. Oğlunun isyana kalkışmasını sağlayacak bir nedeni olup olmadığını düşünüyordu, sanki, bir yıldır hiç düşünmezmişçesine.

Bir kral gibi davranamayıp duygularına ve sevgisine yenik düşmüş, isyanın başlamasından bir ay sonra oğluna; yanında at koşturan ve isyanın asıl sorumlusu olan Kurt’un kafasını yollaması karşılığında, affedileceğini, hiçbir hakkını elinden alınmayacağını onaylayan ve üzerinde kendi mührünün bulunduğu bir mektup yollamıştı. O mektubun karşılığı olarak, mektubu taşıyan elçilerin kafaları cevap olarak geri gönderilmişti. Elimden geleni yaptım diye düşündü.

Fırtınalı bir günde doğan bu hırçın çocuğu hala sevdiğini hissediyordu. Haksızlığa tahammülü olmayan ve babasının gençliğini andıran bir vücuda ve yüze sahip oğluna baktığında, kendisini görürdü hep. Siyah saçları, kahverengi gözleri, uzun boyu ve bir heykeltıraşın elinden çıkmışçasına hatlara sahip yüzü. Çok çabuk kavrayan, bedeli ne olursa olsun asla yalan söylemeyen ve hırçın bir çocuktu.

Gençliğinde, o da zaman zaman babasının hareketlerine anlam veremez ve çoğu zaman da kızardı, ama asla bir isyanın içerisine girmemişti. Bir oğul, babasının canını almayı nasıl düşünürdü ki?

       Kral olmadan önce babasının nasihatlerini dinlemişti hep. Babası ölüm döşeğinde cebelleşirken oğlunu çağırmış ve ona;

Sen benim oğlumsun ve benim sana karşı bir zafiyetim var. Tanrılara şükür ki sizler iyi çocuklar oldunuz ve beni istemediğim şeyleri yapmak zorunda kalan gaddar bir kral olmaktan kurtardınız. Evladım unutma! Sen bir kralsın. Bir baba da olacaksın elbette ama, sen herşeyden önce bir kralsın. Bir kral evlatlarının huzurundan çok, diyarının huzurunu önemser. Bir Kralın tek bir amacı vardır. O da diyarının huzurudur. Eğer iyi bir şekilde anılan bir Kral ve iyi bir baba olmak istiyorsan evlatlarını iyi yetiştir ki sana köstek olmasınlar. Sana köstek olmadıkları gibi sen öldüğünde birbirlerine düşmesinler. Bir evladın görevi babasına destek olmaktır. Bunu sakın unutma.” demişti.
         
          Yaklaşık 30 sene geçmişti bu olayın üzerinden. Şimdi babasının suretini karşısında görüyor gibiydi. Bir kral olmanın bilincini yitirmişçesine çocuklaşıvermişti. Sanki babası karşısındaydı. Utanıyordu. “Evlatlarını böyle mi yetiştirdin?” diye bir ses duyacağına emin bir şekilde karşısında ki boşluğa bakıyordu. “Öğüdümü dinlemedin ve şimdi olanlara bak.”, “Oğlun, kendi kanından doğan ilk erkek çocuğun, sana karşı isyan etti. Kendi halkına kıydı ve sen buna engel olamadın.”. Evet, sanki bunları duyuyordu boşluklardan. Bir fısıltı gibi çalınıyordu kulaklarına. Elleri ile kulaklarını kapadı ve tam bu sırada içeriye bir muhafız geldi.

“Kral’ım düşman kuvvetleri hareketlenmeye başladı.”

             Muhafıza, duyduğunu ve az sonra dışarıya çıkacağını anlatan bir kafa işareti yaptı ve muhafız reverans yaparak çadırdan çıktı. Az önce kendi kişisel muhafızı kendi kanından doğan ilk erkek çocuğuna düşman demişti. Oğluna düşman demişti.

Bu yola girilmişti artık. Ne yazık ki bu yol; kardeş kanlarıyla, kopan vücutların uzuvlarıyla ve acı dolu çığlıklarla doluydu. Yolun sonunda ise tam bir karanlık hüküm sürmekteydi. Kendi oğlunun yakalanıp idam edilmesi veya bir asker tarafından doğranmasını görecekti kendi gözleriyle.

Oğlunun yanında duran hainin canlı yakalanmasını emretmişti. Ya oğlunuz? dediklerinde ise, “Buna kendisi karar verecek. Aman dilerse o da canlı bir şekilde yakalanır. Yok aman dilemez ise ne kadar haksız da olsa onurlu bir insan gibi ölür.” demişti ve bunları söylerken vücudundaki bütün sıcaklığın kendisini terk ettiğini düşünmüştü. Babasının olmaktan korktuğu o Gaddar Kral, kendisi olmuştu. Kendi oğlunun katili olacak olan bir baba.

Kral kendine bu soruyu sordu. İnfazını mı görmek isterdi? yoksa, savaş sonrasında ki parçalanmış vücudunu mu? İkisini de istemediğini biliyordu. O, yeni doğan tahtın varisinin, dünya üzerindeki bütün kokulardan daha güzel kokan, o kundak kokusu ile kollarında olduğunu ve ona gülümsediğini görmek istiyordu. Bu duygu yoğunluğuyla daha fazla mücadele edemeyeceğini hissetti ve dışarıya çıktı.

Kral dışarıya çıktığında Kara Ova’nın üstüne bir örtü gibi örtülen kara bulutları gördü. Yağmurun yağacağını hissetti. Karşısında duran ve oğlunun komuta etmekte olduğu 10 bine yakın isyan ordusuna baktı. Kendi ordusuyla karşılaştırıldığında çok ufak bir insan topluluğu gibi kalıyorlardı.

Kral’a karşı ayaklanan oğlu, önüne gelen şehirleri yakmış ve safına katılmayan bütün insanları öldürmüştü. İsyana başladığı, taht üzerindeki hakkını; babasını hiçe sayarak, kan dökerek istediği ve aynı gün babasına tahtı bırakmasını aksi takdir de bunu canıyla ödeyeceğini, bir kuzgunun bacaklarına bağladığı bir kağıt parçası ile yolladığı günden bu yana, neredeyse bir yıl geçmişti. Bu bir yıl içerisinde babası tarafından kendisine yollanan elçilerde dahil olmak üzere, binlerce masum insanı öldürmüştü. Nihayetin de bu isyan, bu ovada kaderini belli edecek ve haklı ya da haksız olan bir taraf bu isyanı sonlandıracaktı. Rahiplerin söylediği gibi, aslında bu kararı Tanrılar verecekti.

            Kral’ın kuvvetleri toplamı 100 bini buluyordu. 10 bine yakın okçu, 20 bine yakın süvari ve 70 bine yakın piyadesi ile dev bir orduya sahipti. Oğlunun kuvvetleri ise, casuslarının getirdiği raporlara göre; 2 bine yakın okçu, 5 bine yakın süvari ve 10 bine yakın piyadeden oluşuyordu. Savaşın sonucu çoktan belli gibi gözüküyordu. Kral’ı savaşın kazanılamaması hakkında endişelendiren hiç bir şey yoktu. Komutanlarından birisi ise endişesini dile getirircesine;

“Kral’ım sayı olarak oldukça fazlayız. Kurt’un komuta ettiği süvarileri püskürttüğümüzde bu savaş sonlanmış olacaktır.”

            Kral, Kurt ismini duyduğunda vücudunun bütün hücreleri sağ eline yönelmiş ve bir baskı uygularmışçasına yumruğunu sıktı. Komutana doğru döndü ve gayet sinirli ve sert bir ses tonuyla;

“O kendini Kurt sanan köpeğin canlı bir şekilde ele geçirilmesini istiyorum. Savaş başladığında okçularım oklarını, Kurt’un içinde bulunduğu süvarilere doğru fırlatmayacaklar. Süvari kuvvetlerimizin hepsinin, savaşın seyri ne olursa olsun, Kurt’un komuta ettiği süvarilere yönelmesini istiyorum. O adam elinizden kaçmamalı.”

“Emredersiniz Kral’ım.” dedi komutanı. Sesi çok endişeli çıkmıştı.

            Kral son bir kez ovaya ve belki kundaktaki gülümseyen oğlunu görürüm umuduyla isyancılara baktı. Sonra, babalık içgüdülerinden azat edilmişçesine komutanlarına döndü. Yine çok sert ve sinirli bir ses tonuyla gürlercesine;

“Herkes yerlerine geçsin.” diye emretti.

Kendisi de atının üstüne çıktı ve bütün olayları ve ovayı görebilecek konumda olan bir tepeye yöneldi. Yanında 200’e yakın kişisel muhafız ve emirlerini birliklere götürmek üzere hazır bekleyen 100’e yakın atlı bulunmaktaydı.

Kral’ın belirlediği stratejiye göre, piyadeler 30 birliğe bölünmüştü. 10 ar birlik bir sıra oluşturacak şekilde üç uzun hat oluşturulmuştu. Piyade birliklerinin 2. hattının arkasına ve 3. hattının önüne ise okçular yerleştirilmişti. Süvariler ise her iki kanada yerleştirilmiş toplam 10 birlikten oluşuyordu.

            Kral derin bir nefes aldı ve bu sırada yağmurun sesini ve kokusunu hissetti. Çok güzel kokuyordu toprak. Yağmurla buluşunca sanki doğası değişiyor ve bir başka kokuyordu. Az sonra söyleyeceği tek bir kelimeyle binlerce insanın öleceğini biliyordu. Biraz bekledi. Sanki, ölecek olanların biraz da olsa bu kokudan nasibini almalarını ister gibiydi. Oğlunu gözünün önüne getirdi ve yanında duran baş yaverine döndü;

“Piyadeler harekete geçsin.”

            Uzun bağrışmalar duyuldu. Ses tellerini yırtmaya çalışırcasına uzun sesler. Hepside aynı şeyi tekrarlıyordu;

“Piyadeler İleriiiiiii!”




4 yorum:

  1. Çok beğendiğimi ifade etmek istiyorum ilk başta. Yalnız izin verirseniz birkaç eleştirim olacak.
    Biraz kendimden bahsedeyim ki eleştirileri yapmamda ki asıl neden ortaya çıksın. Ben fantastik edebiyat türündeki eserlere çok büyük ilgi duyuyorum. Okuyabildiğim birçok yabancı yazar var. Türk yazarlarımızdan da birçoğunu okudum. Şimdi sizin yazdgnz bu kısa hikayeye bakarak söylemek isterim ki gerçekten anlatım tarzınız ve hayal gücünüze bakarak etkilendiğimi söylemeliyim.
    Eğer bu hikayeyi daha uzun bir biçimde yazabilir ve bu çekici ve merak uyandırıcı hikayeyi temeline inerek anlatabilirseniz ki ben yapabileceğiniz kanaatindeyim (yanlış anlamayın lütfen) bir blog yazarı olmaktan daha da öteye geçebilir ve daha geniş kitlelere hitab edebilirsiniz.
    Yağmur ve Kan'ı sabırla bekleyeceğim.

    YanıtlaSil
  2. Çok teşekkür ederim. Temeline inebilecek bir altyapı oluşturmadım bu hikaye için ama bu tarzda bir altyapı oluşturma aşamasındayım.

    YanıtlaSil
  3. Tebrik ederim. Çok akıcı bir hikaye olmuş. Yalnız neden hepsini yazmadınız? Eğer blog sitenizi sık kullanılanlarım kısmıma ekletmek istiyorsanız bence hikayelerinizi başından sonuna ekleyin. Bu şekilde biraz dizi kıvamında oluyor

    YanıtlaSil
  4. Etkileyici ve güzel. Tebrik ederim.

    YanıtlaSil