HAYALET SOKAĞI
BÖLÜM
1
Şehrin tam
göbeğindeki isimsiz bir sokakta vakit gece yarısını bulmuştu. Aşırı alkol
tüketiminden dengesini yitirmiş ve sarhoş olduğunu anlamak için pek de
zorlanılmayacak, kısa boylu ve göbekli bir adam şarkı söyleyip yalpalayarak
ilerlemeye çalışıyordu dar sokakta. Söylediği kelimeler anlaşılmasa bile,
mırıltı şeklinde çıkan sesinden bir şarkıyı seslendirmeye çalıştığı belli
oluyordu.
Sarhoş adam sokağın
ortasına doğru yaklaştığında kafasını kaldırdı ve gökyüzüne baktı. Bu bakış
onun yere düşmesini epey bir kolaylaştırdı. Yere düşer düşmez de gülmeye
başladı. Yaptığı aptallıklara gülmeyi başarabilen nadir insan topluluklarından
birine sarhoş denir. Buna şüphe yok diye düşündü ve gülümsedi.
Uykusunun geldiğini
hissetti ve bir an için gözlerini kapadı. Birkaç saniye sonra gözlerini
açtığında her tarafın zifiri derecede karanlık olduğunu gördü. Az önce yolunu
aydınlatan sokak lambaları sönmüştü. Rüyada ya da büyük ihtimalle kabusta
olduğunu düşünerek hafif ve kendinden beklenmeyecek bir nazik tavırla tebessüm
etti. Ayağa kalkmak için birkaç dakika uğraştı. Ayağa kalktığında tam
karşısında beyazlar içinde bir şeyin olduğunu gördü. Kafasını öne eğerek dikkatlice
baktı. Gözlerini ovuşturdu tekrar baktı. Vücudunda titremeler başladı ve
yutkunarak;
“Seeen. Abi ben. Burda
yattım. Rüya..” dedi.
Kekelemeye
başlamıştı. Karşısındaki Beyazlının ayaklarının olmadığını fark ettiğinde,
zamanın durduğunu hissetti. Kafasını arkaya çevirmeye korkuyordu. Kaçmaya
korkuyordu.Bir heykel edasında Beyazlının yaklaşmasını izledi. Beyazlı yavaşça
yanına yaklaştı. Adam gözyaşlarına hakim olamadı.
“Ben bişey
yapmadım.” dedi.
Karşısında duran
Beyazlının gözlerinin soluk gri renkte olduğunu fark ettiğinde bir daha
gözlerine bakmaması gerektiğini düşündü. Yankılı bir ses duydu, olabildiğine
korkunç ve kasvetli bir ses;
“Bu sokak
hayaletlerle dolu ve sen hayaletlerin huzurunu bozdun.” dedi.
Ses o kadar korkunç
yükseklikte çıkmıştı ki, sarhoş adam bütün şehrin bu sesi duyduğuna yemin
edebilirdi.
“Ben ben
bilmiyordum sokak. Özür dilerim ben bir daha olmaz.” diyebildi.
Nefesinin
tükendiğini hissetti. Sesi o kadar boğuk çıkmıştı ki anlamsız bir gürültüden
ibaret ve anlamsızca konuşmuştu. Az önce zil zurna sarhoş olan bu adam şimdi
ise sanki hiç içmemişçesine yalpalamadan duruyordu. Sadece elleri ve ayakları
titriyordu. Nefes alamıyordu. Birkaç dakikadır nefes almadığını düşündü.
Karşısında duran
Beyazlının vücudunun ortalarına doğru sabitleştirdi gözlerini. Dikkatlice
baktığında karşısındakinin içinden geçiyordu bakışları ve asfaltı
görebiliyordu. Beyazlının hareketlendiğini gördü. Elini beline attı ve
tabancasını çıkardı. Bütün şarjörü Beyazlının üstüne boşalttı. Bütün şarjörün
bitmesi saniyeler sürmüştü sanki.
Kafasını
kaldırdığında karşısında duran Beyazlının aynı yerde durduğunu gördü. Hafif bir
sesle;
“Hayaletlere kurşun
geçmez mi?” diyebildi.
Beyazlı bütün bu
olan bitenden sonra, beyazlar içindeki elbisesinin içinden bir bıçak çıkardı. Uzun
bir bıçaktı bu. Bıçakta aynı kendisi gibi şeffaftı. Adam donup kaldı ve
boğazının kuruduğunu hissetti.
“Huzuru bozanların
cezası ölümdür.” dedi Beyazlı.
Sesi çok gaddarca
gelmişti kulağa. Bıçağı savurduğunda, adam yaklaşık on senedir sahip olduğu
göbeğini kaybettiğini fark etti. Bıçak darbesi o kadar hızlı ve güçlüydü ki
adamın göbeği yoktu artık ve iç organları yere dökülüyordu. Beyazlı ikinci bir
hamle daha yaptı ve adamın tek bir kolu vardı artık. Tabancayı tutan eli omzundan
budanmıştı. Kanlar fışkırıyordu. Adam
inleyebiliyordu sadece. Dizlerinin üstüne çöktü. Beyazlının üçüncü hamlesi de
kusursuzdu. Adamın kafası iç organlarının süslediği asfaltta kan gölünün içindeydi
artık..
“..ilinde Mezarlık Sokağı olarak
adlandırılan mevkide sabah saatlerinde çöpçülerin ihbarı üzerine olay yerine
giden polis ekipleri, çok acı bir manzarayla karşılaştı. Mesai arkadaşları olan
Komiser Murat vahşice katledilmişti. Olay yerinde hiçbir güvenlik kamerası ve
görgü şahidinin bulunmadığı belirtiliyor. Yetkilliler soruşturmayı
derinleştirmek için çalışmalara başladı.
1.Bölüm
Sonu
.........................................................................................................................................
BÖLÜM
2
Kitapların kokusuna aşık olmuştu genç kız.
Seviyordu kitapları. Kendi başına yaşamaya başladığı günden bu yana, boş zamanlarında
hep kitap okuyordu. Hayaletleri araştırmak üzerine kurulmuş bir hayat.
Hayaletler üzerine yayımlanan her türlü belge, bilgi, kitap ve her neyse
araştırıyor buluyor, gerekirse alıyordu. Bazen sabaha kadar, boynu tutulana
kadar okuyor, araştırıyor ve yazıyordu. Yatağına geçtiği zaman ise hemen
uyuyamıyor ve hayallere dalıyordu. Küçük kardeşi bu durumu fark ettiğinde ona
bir isim takmıştı. ”Hayalet Kız”.
Göz kapaklarına daha fazla direnemeyeceğini
hissetti. Okuduğu kitabı masasının üstüne bıraktı. Odasına geçerken içinde
televizyonu açma isteği uyandı. Televizyonu açtı ve kanepeye oturdu. Birkaç
kanal zapladıktan sonra bir kanaldaki haber programına denk geldi.
“..ilinde Mezarlık Sokağı olarak adlandırılan
yerde sabah saatlerinde çöpçülerin ihbarı üzerine olay yerine giden polis
ekipleri çok acı bir manzarayla karşılaştı. Mesai arkadaşları olan Komiser
Murat vahşice katledilmişti. Olay yerinde hiçbir güvenlik kamerası ve görgü
şahidinin bulunmadığı belirtiliyor. Yetkililer soruşturmayı derinleştirmek için
çalışmalara başladı.”
Mezarlık
sokağındaki bu ölüm ilgisini çekmişti. Birkaç dakika daha haberleri izledikten
sonra yatağına gitti ve yattı.
...............................
Komiser
Murat’ın vahşice katledilmesinin ardından 8 gün geçmişti. Polisler yine aynı
mevkide bu kez bir taksicinin cesedini buldular. Taksinin kapısı açılmış ve
taksiden yüksek seste müzik sesi geliyordu. Arabanın içinde üç tane bira şişesi
vardı ve adam taksinin hemen yanında parçalara bölünmüş halde bulunmuştu.
“Bu bir vahşet” dedi polis memuru Necati.
“Nasıl bir psikopat yapıyor bunu?” diye
cevapladı Komiser Selim ve devam etti.
“Muratı öldüren sapık bu adamıda öldürmüş. Nasıl
beceriyor? Aynı yerde neredeyse aynı noktada yapıyor bunu. Hiç mi korkmuyor
yakalanmaktan?”
Polis memuru Necati gördüğü manzara karşısında
midesinin bulandığını hissetti.
“Bu bir seri katil olmalı. Türkiye’de seri katil
olur mu?”
“Artık o kadar çok film yapıyorlar ki bu konu
üzerine. İnsanlar özeniyor olmalı. Daha doğrusu manyaklar”
“Haklısınız komiserim. Adamın ailesini aradık.
Buraya gelip teşhis edecekler. Yüzünde yara izi yok ve tanınabilir halde.
Kafası kopmuş ama yüzüne birşey yapmamış pis herif.” dedi.
“Karısı yada çocuklarını çağırmasaydınız. Babası
gelmeli. Karısının bu manzarayı görmesine göz yumamam.”
“Babasına haber verdik komiserim.” dedi memur.
Komiser Selim, aynı sokakta oturan yaşlı bir
kadınla konuşan Başkomiser Ahmet’i gördü. Yanına gitti.
“Başkomiserim bu sokağa giriş çıkışları
yasaklamayı öneriyorum. Belli ki katil bu civara dadanmış.”
“Evet bu sokağa giriş çıkışı yasaklamak için
gereken başvuruları valiliğe iletin. Birde kamera istiyorum Selim. Tam bu
noktaya odaklansın.”
“Başkomiserim isterseniz bu sokağı tamamen
kameralarla donatabiliriz.”
Başkomiser gözlerini alan güneşe aldırmadan
Selim’e doğru baktı.
“Evet Selim. Bu daha iyi olur” dedi. ”Seni bu
konu ile görevlendiriyorum Selim. Bu pislik bir daha bu sokakta hiç kimseyi
öldürmemeli. Bu bir skandal. Bu konuyla bizzat sen alakadar ol. O adamı bul ve
adalete teslim et. Bu civara yakın bir yerde sana bir yer tutacağız ve sen bu
sokağa hakim olacaksın.”
“Hiç şüpheniz olmasın başkomiserim. Murat'ı
katleden o pislik kendini gösterdiği anda yakalanacak.”
Olaydan
bir gün sonra sokağın her noktasını görüntüleyen bir kamera sistemi kuruldu.
Komiser Selim'e sokağa çok yakın bir yerde bir ev tutuldu. Kameraların
görüntülenme merkezinide bu eve kurdular. Selim bu evde sokağı görüntüleyen
kamera sistemiyle birlikte beklemeye başladı. Sokağa giriş çıkış yasak olduğu için
bir hafta boyunca kimse giriş yapmadı.
Selim umutlarını yitirmeye başlamıştı ki 8. gün
bir adam koşarak polisin uyarı işaretleri koyduğu sokağa daldı.Adam deli gibi
koşuyordu.Selim uzandığı kanepeden doğruldu ve izlemeye koyuldu.
Hızlı
bir şekilde koşan adam cinayetlerin işlendiği noktaya yaklaştığında aniden
durdu. Elinde tuttuğu çanta benzeri nesne elinden düştü ve diz çöktü. Adam
kafasını bir havaya kaldırıyor, bir yere indiriyordu. Af diler gibi ellerini
havaya kaldırdı. Komiser Selim çok şaşırmıştı. Adamın karşısında ve çevresinde
hiçbir şey yoktu. Adam yalvarır gibiydi.
“Ne yapıyorsun geri zekalı adam?” diye söylendi.
Komiser
Selim sigara paketine uzandı ama sehpanın üzerinde duran paketi alamadı. Donup
kalmıştı. Adamın havaya doğru uzattığı kolları kopmuştu. Adam deli gibi
çırpınıyordu. Yere düşen kollar seçilebiliyordu. Selim tecrübesine dayanarak,
adamın kollarından fışkıran sıvının kamera ekranında kırmızı görünmemesine
rağmen kan olduğunu anlayabiliyordu. Adam bir süre yerde çırpındıktan sonra bir
şekilde ayağa kalkmayı başarabilmişti.
Kollarını kaybettiği için dengesini
sağlayamıyordu. İleriye doğru bir adım attı. Sabit duran ayağı bir ağacın
devrilişi gibi vücudundan ayrıldı. Adam çaresiz bir şekilde yüzükoyun yere
düştü. Komiser Selim hareket edemiyordu artık. Ekrana kilitlenmişti.
Yerde
yatan ve çırpınan adamın kafası kendiliğinden havaya doğru kalktı. Vücudunun
aldığı şekil herhangi bir insanın yapabileceği bir duruş biçimine benzemiyordu.
İki kolu olmayan, bir bacağını kaybetmiş ve yüzükoyun yerde yatan adamın kafası
sanki birisi tarafından saçlarından tutularak çekilirmişçesine havaya doğru
kalkıyordu. Komiser Selim ekrana doğru iyice yaklaştı. Biraz bu şekilde duran
adamın vücudu, tekrar aynı şekilde yere düştü. Yalnız bir eksiklik vardı.
Adamın kafası hala havada duruyordu. Komiser Selim telefonunu eline aldı ve
başkomiseri aradı.
“Cinayet” diyebildi sadece telefonu açan
başkomisere. Havada duran kafa yere düştü.
2.Bölümün
Sonu
............................................................................................................................................
BÖLÜM
3
“Kameranın görüntülerinden birşey
anlaşılmıyor. Neler oluyor burada. Ne gördün nee?” dedi başkomiser.
Oldukça sinirliydi. En güvendiği adam
kendinden geçmiş haldeydi. Kameralarda cinayet anı görünmüyordu. En son görülen
kare kapkaçcı çocuğun koştuğu anlardı. Kameraların hepsi bozulmuştu.
“Birşeyler var orada. İnsan değil. Hayalet
olmalı. Hiç görmedim onu, hiç.”
“Kimi görmedin Selim?”
“Katili başkomiserim. Katili göremedim.”
“Hayalet olduğuna inanmamı mı bekliyorsun”
“Başkomiserim ben..” dedi ve başkomiser
sözünü kesti.
“İfadeni alsınlar ve ardından bir aylık
bir tatile çık. Hiç iyi görünmüyorsun. Sokağı tamamıyla kapattıracağım ve
devriye polisleri her saat başı burayı teftiş edecek. Şimdi gidebilirsin.”
dedi.
Komiser Selim ifadesini verdikten sonra
evine döndü. Bir aylık izine ayrılmıştı. Gördüğü daha doğrusu göremediği şey
bir hayalet olmalıydı. 3 gün boyunca bu soruların cevabını aradı. Günün sonunda
bilgisayarını açtı ve araştırmaya başladı. Birkaç fotoğraf buldu ama
fotoğrafların üzerinde oynandığını düşündü. Hayaletler hakkında yazılan
yazıları okumaya başladı. Kişisel bir blog sayfasına rast geldi.
“Hayaletlerin var olduğuna inanmak ya da
inanmamak sizin elinizde. Ama eğer var olduğuna inanıyorsanız ve onları
gördüyseniz şu an yaşıyor olmanız da mümkün değil. Varlıklarını hissediyorsanız
ise benimle iletişime geçin. Size yardım edebilirim."
^^hayaletkız^^
Hemen blog yazarıyla iletişime geçti.
Karşılıklı mailleşmelerin sonunda telefon numarasını alıp aradı.
“Alo iyi günler. Umarım rahatsız
etmiyorumdur.”
“Hayır beyefendi. Buyurun sizi dinliyorum.
Maillerinizden pek birşey anlamadım.”
“Bir güvenlik kamerasından onları gördüm
gözlerimle.”
“Kameralarda gözükselerdi bütün dünya
varlıklarından haberdar olurdu. Sizinki bir göz yanılması olmalı.”
“Hayır. Hayaleti görmedim. Bir adamı
katledişini gördüm. Adam yalvarırken kollarını kesti. Adamın çevresinde hiç
kimseler yoktu. Onu öldürdü.”
“Mezarlık Sokağı cinayetleri değilmi?”
dedi kız. Sesi hiç şaşırmışa benzemiyordu. “İsterseniz yüz yüze görüşelim.”
Komiser Selim bu soğukkanlılık karşısında
oldukça şaşırmıştı.
“Tabi ki ama siz? Nasıl bu kadar
soğukkanlı olabiliyorsunuz?”
“Hayatım boyunca onları araştırdım ve
onları hissettim. Onlarla..” dedi ve duraksadı.
“Sanırım yüz yüze görüşsek daha iyi
olacak.”
“Yarın öğlen vakti bir yer söyleyin bende
geleyim.”
“Meydan Sokağındaki saat kulesinin orda.
Yarın saat 13:00 de sizi bekliyor olacağım.”
“Bende orada olacağım hanımefendi. Peki
nasıl tanıyacağım sizi?”
“Merak etme tanıyacaksın.” dedi kız ve
devam etti. “İyi geceler. Size tavsiyem uyumaya çalışmanız. Yarın sorularınızın
büyük bir kısmının cevabını verebileceğim kanaatindeyim.”
“Teşekkür ederim. Size de iyi geceler
hanımefendi.” dedi ve telefonu kapattı.
Gece
boyunca uyumaya çalışan Selim bir türlü uyuyamıyordu. Gözlerini kapattığında
cinayet anı gözlerinin önüne geliyordu. Aklını kurcalayan en temel soru;
kendisi canlı olarak kamerada cinayeti görebildiği halde, birkaç saat sonra
tekrarının izlenememesi ve kamera kayıtlarının bozulmasıydı. Acaba Selimin
izlediğini fark etmişler miydi? ...
3.Bölümün Sonu
4.BÖLÜM
Aynada sabaha kadar kırpmadığı gözlerinin içine baktı.
Aynada baktığı kişi kendisi olmasına rağmen, bir an tanıyamadı. Gözleri kan
çanağına dönmüş, saçları birbirine karışmış ve sakalları şekilsiz bir biçimde
uzamıştı. Uzun boyu, koyu kahverengi gözleri, kemerli burnu ve kalın dudakları
onu yakışıklı bir adam yapan ayrıntılardan birkaçıydı. Hep dikkat çeken bir
adam olmuştu çevresinde. Şimdi bu haliyle sokaklarda yaşayan evsiz bir adamı
andırdığını düşündü.
Günlerdir duşa girmemişti. Daha doğrusu girememişti.
Okuduğu bir kitapta ;”Bir adam polis bile olsa, polisten de ziyade bir silahı
olsa; an gelir ve korkar. Ne yiğitlik tasladığı silahı, ne de mangal kömürüne
benzettiği yüreği onu bu korkunun içinden çekip çıkaramaz.” diye yazıyordu
yazar.
Korkularının üstüne gitmesi gerektiğinin farkına
vardı. Üzerindeki cinayet gününden kalma elbiselerini çıkardı ve banyoya doğru
yöneldi. Odasından çıkıp koridora geçti. Banyo koridorun sonundaydı.
Banyo kapısı, Selim’in gözünde, nurla kaplı bir ışık
dikdörtgeni şeklinde belirmişti. Koşarak gitmek ya da yürümek. İkisinin de
arasında bir hızla o kapıya doğru hareket ediyordu. Sırtındaki tüylerin
ürperdiğini hissetti. Acaba arkasında biri mi vardı? Bakmak ya da bakmamak.
Bakarsa, yenilgiyi kabul edecekti. Korku, bu cesur adamı tamamıyla esir
alacaktı. Bakmazsa da arkasından gelecek hançer darbesine karşı gardını
alamayacaktı. Bütün bu gelgitlerin içerisinde kapıya yaklaştığını hissetti.
Başarmak üzereydi. Bir adım, bir adım daha. Evet, tam olarak böyle işte. Elini
kapının koluna değdirdiğinde bu büyük mücadelenin galibini de belirlemiş
oluyordu. Kazanmıştı. Karanlığa yenik düşmemişti. Artık bir kahramandı o.
Epey bir süredir duş alırken gözlerini kapayıp,
hayallere dalmak ve duştan çıkana dek gözlerini açmamak en büyük fantezisi
olmuştu. Tabi ki yalnız girdiği zamanlarda bu geçerliydi. Uzun zaman önce
ayrıldığı sevgilisinden bu yana da kadınlardan uzak duran bir ortaçağ rahibini
andıran bir yaşantısı olmuştu. Bu gerçeği göz önüne alınca da uzun zamandır
yalnız bir banyo seremonisi yaşadığını anlamak güç değildi.
Musluğu açtı ve buz gibi akan suya direnmeye başladı.
Soğuk su vücuduna değdiğinde bağırmamak için kendini zor tutuyordu. Bir kaç
dakikalık mücadeleden sonra suya alıştı. Soğuk su ile temas eden hücreleri, az
önceki kahramanlık hikayesini hatırlayınca utanıyormuşçasına vücut ısısını
ayarlama görevlerini yerine getirmiyorlar, belki de isyan bayraklarını göndere
çekiyorlardı. Selim ise mantığına, az önceki olayın yaşanmadığını kabul
ettirmekle meşguldü.
Gözlerini kapatıp açma aralığını o kadar kısa
tutuyordu ki bu, içinde bulunduğu psikolojik durumu açıklar nitelikteydi. Oysa
ki en büyük fantezisini bir gelenek haline getirmişti zamanla. Banyoda çok uzun
süre kalmasa da, kirlerinden arınacak kadar kaldığından emin olup aceleyle
banyodan çıktı.
Atlet’in icadından habersiz bir hayat sürmüştü şu ana
kadar. Gömleğini sırtına geçirdi ve düğmelerini iliklemeye başladı. Giyinme
işlemini tamamladıktan sonra aynanın karşısına geçip tekrar tanıdık birini
aramaya başladı. Soğuk su sayesinde biraz kendine gelmişti. Az da olsa
toparlanmış olmanın verdiği huzurla bilgisayarının başına döndü ve saate gözü
ilişti.
Saat 11.04’ tü. Buluşmaya daha iki saat vardı. Evdeki
tedirgin hava onu 4 gündür ıssız bir adama dönüştürmüştü. Evden çıkıp erkenden
buluşma yerine gitmeye karar verdi. Telefonunu, sigara paketini ve çakmağını
aldı. Yüzlerce kez kilitlerini kontrol ettiği kapısına yöneldi ve kilitleri
açmaya başladı. Bütün bu ritüelleri tamamladıktan sonra tekrar kilitleme gereği
duymadan kapıyı kapatıp merdivenlere yöneldi.
Saat Kulesi’nin karşısına vardığında saat 12.34’ tü.
Yolda epeyce oyalanmış ve ayak üstü bir şeyler atıştırmıştı. Kulenin etrafına
bakınmaya başladı. Birkaç simitçi, fotoğraf çekinen turistler ve koşuşan
çocuklar gördü. Saat kulesinin tam önünde ise ona bakan bir çift göz vardı. Bir
kadın ona bakıyordu.
Kadına doğru yönelip yolun karşısına geçti.
Yaklaşırken kadını iyice inceleme imkanı bulmuştu. Kadın gotik bir stile
sahipti ve saçları koyu siyah renkteydi. Vücudunda bir sürü dövme vardı.
Küpeleri büyük ve birbirinden farklıydı. Tırnaklarındaki ojenin rengi de
siyahtı. Çekici ve farklı bir görünüme sahip olduğunu düşündü Selim. Giydiği
kısa siyah elbisenin sıfır kollu ve etek kısmının epey bir kısa olması genç
polisin gözünden kaçmadı tabi ki ama, şu an bunları düşünecek bir ruh halinde
değildi.
Kızın gotik bir görünüme sahip olması ve toplumun çoğu
kesimi tarafından aykırı olarak değerlendirilmesi, Selim’in polislik sezilerini
tekrar ortaya çıkarmış gibiydi. Kızın kollarında morluklar aradı ama bulamadı.
Yüzünde beyaz toz zerreleri aradı. Bütün görebildiği ise kusursuz yüz hatları,
siyah renk rujla kaplı da olsa dolgun dudaklar ve masmavi iki gözdü. Bu da azımsanmayacak
bir güzellik göstergesi sayılırdı.
Kalp atışlarının hızlandığını hissetti.
Heyecanlanmıştı. Sorularının cevaplarını alacağı için heyecanlanmış olmalıydı.
Belki de kızın güzelliğiydi onu heyecanlandıran. Bu sorunun cevabını henüz
bilmiyordu ve kadının tam karşısında durdu. Nezaket kurallarını uygulamanın
zamanı gelmişti artık. Elini uzattı.
“Merhaba. İyi günler. Ben Selim.”
“İyi günler Selim bey. Ben Hayalet Kız.” dedi kadın ve
tebessüm etti.
“Bir isminiz yok mu?”
“Melek.” dedi.
Selim de tebessüm etti.
“Tanıştığımıza memnun oldum Melek hanım.”
“Bende Selim bey” diye cevapladı kız.
“Nerede konuşalım?” diye sordu Selim.
“Karşıda bir kafe var. Oraya gidip konuşabiliriz.”
“Elbette” dedi Selim.
Kafeye doğru yürüdüler. Selim kalp atışlarına hakim
olamıyordu. Konuşurken hızlı bir şekilde konuşmuş ve heyecanını belli etmemeye
çalışmıştı. Bu gereksiz düşüncelerinin arasında kafeye girdiler. Kafe iki
katlıydı. Üst katında bir terası vardı. Selim girerken kafenin tabelasına
dikkat etti. Tabelada “Kayıp Rıhtım Kafe” yazıyordu.
Öğlen saatleri olduğu için insanlar, sıcaktan korunmak
amacıyla bu kafeye sığınmış gibiydiler. İnsanlar soğuk içeceklerini yudumlarken
Selim yine polislik sezileri ile aşağıda oturan insanların konuşmalarına,
isteyerek kulak misafiri oldu. Kısa bir zaman diliminde dinleyebildiği
kadarıyla insanlar Fantastik Edebiyat üzerine konuşmalar yapıyorlardı. Selim
soruşturma açmaya ve tutuklamalar yapmaya gerek olmadığına karar verip Melek
ile birlikte merdivenlerden yukarıya doğru çıkmaya başladı.
Melek önden yürüyordu. Teras katına çıktıklarında
Selim’e doğru bakarak, dile getirmeden nereye oturmaları gerektiğini
sorarcasına bir bakış attı. Selim tüm beyefendi nezaketini gösteren bir kol
hareketiyle, terasın en ucundaki masayı işaret etti. Herşey eski Türk
filmlerindeki gibi cereyan ediyordu. Selim’in günlerdir soğuklukla terbiye
ettiği vücudu ısınır gibi olmuştu.
Masaya oturdular. Garson elindeki tepside boş
bardaklar ve hoş bir gülümseme ile yanlarına geldi.
“Kayıp Rıhtım Kafe’ye hoşgeldiniz. Ne arzularsınız ?”
Melek portakal suyu istedi. Selim ise maden suyu
getirmesini söyledi. Sade olması konusunda da garsonu uyardı.
Selim’in saatlerce sürdüğüne yemin edebileceği fakat
gerçekte saniyeler süren bir göz temasından sonra Melek konuya giriş yaptı.
“Selim bey burada konuşacaklarımız sizi korkutabilir.
Bu konuşmadan sonra kendinizi güvende hissetmeyebilirsiniz. O yüzden sizi
uyarmak istiyorum.”
“Ne olursa olsun beni anlayabilecek birisi ile
konuşmaya ihtiyacım var.”
“Peki o zaman. Lafı uzatmaya gerek yok.” dedi Melek.
Anlaşıldığı kadarıyla bu gereksiz nezaketlerden sıkılmıştı.
“Selim Bey tam olarak ne gördünüz?”
“Cevabını sizin vereceğinizi umuyordum.” dedi Selim.
“Hayaletleri göremezsiniz. Onlar yaşayan insanlara
görünmezler”
“O adam yaşıyordu ama.”
“Hayır o adam ölüyordu Selim bey. Sadece siz, onun
infazını gördünüz.”
“Bunları nasıl bilebiliyorsunuz?”
“Benim bildiklerimi merak etmeniz çok ilginç. Asıl
sormanız gereken soruyu henüz sormadınız.”
Selim boğazının kuruduğunu hissetti. Kalp atışlarına
hakim olamadığını hissediyordu ve elleri terliyordu. Soracağı sorunu cevabından
korkuyordu. Cesaretini topladı;
“Benim bu infazı gördüğümü biliyorlar mı?”
Melek, derin bir nefes aldı ve tam bu sırada garson
geldi. Servisi yapan garson hızlı bir şekilde yanlarından uzaklaştı.
“Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda?” diye soruyla cevap
verdi Melek.
“Ben bilmiyorum. Hissetmiş olmalılar.”
“Evet onlar sizin izlediğinizi biliyorlardı.”
“Niye? Benim izlememi niye istesinler?” dedi.
Kabullenmek istememişti bu gerçeği.
Melek duraksadı ve tekrar Selim’in gözlerinin içine
baktı.
“İstemediler. Selim bey anlayamıyor musunuz?”
“Neyi anlayamıyorum ?”
“Üç tane cinayet oldu şu ana kadar orada değil mi ?
Haberlerde söylendiğine göre üçü de aynı noktada işlenmiş.”
Selim’in kafasında, inşaat yapıp binayı tamamlamasını
ve bütün denklemleri çözmesini engelleyen o eksik taşlar artık yerine
oturmuştu. Selim bir bilge gibi hissetti kendini. Artık herşeye va’kıftı.
“Benim izlediğimi hissettiler fakat bana
ulaşamadılar.”
“Evet tam olarak öyle Selim bey.”
“Peki ne yapmalıyım şimdi?”
“Bence hayatınız boyunca o sokağa adım atmayın. Bu
olayı unutun ve hatırlamayın.”
“En yakın arkadaşımı öldürdüler.”
“Gidip tutuklamayı denemelisiniz o zaman.”
“O sokakta insanlar ölüyor. Birşeyler yapmalıyım.
Üstelik sen bu bilgilere nereden ulaştın? Nasıl bilebiliyorsun? Anlayamıyorum.”
“Her kahramanın bir hikayesi vardır.” dedi genç kadın.
Portakal suyundan ilk yudumunu aldı ve konuşmaya devam etti.
“Benim hikayem de sana benziyor aslında. Anlatmak
isterdim ama dediğim gibi ben unutmayı seçenlerdenim.”
“Ya benim gibi unutmayı seçmeyenler. Onlar nerede?”
“Çoğu mezarda hatta neredeyse tamamı.”
“Mezarlık Sokağında var olan her neyse onu oradan
uzaklaştırmalı ve geldiği yere geri göndermeliyim. Bunun için bana yardım
etmelisin. Mezarlık Sokağı cinayetleri yüzünden kafayı sıyıran bir polis olmak
istemiyorum. ”
“Üzgünüm ama yapabileceğin pek fazla bir şey olmadığı
kanaatindeyim.”
“Peki, senin gözünün önünde kimi öldürdüler? Ya da
kollarını ve bacaklarını koparıp, kafasını kestiler ? Ben bunları görüp te bir
şey yapamayan korkaklardan biri olmak istemiyorum.”
Bu soruların bir cevabı vardı elbette. Fakat Selim çok
sinirli bir şekilde sormuştu. Melek ona yardım etmeye çalışıyordu. O ise yaralı
bir aslan gibi saldırganca davranıyordu.
Meleğin kalbinin derinliklerine gömüp üzerini
toprakla kapattığı bir hikaye vardı. Melek o hikayede küçük bir kızı
canlandırıyordu. Yanan bir binanın içinde ölen insanları gören, ama elinden
hiçbir şey gelmeyen masum bir çocuk. Üstelik olayın başından sonuna kadar şahit
olan tek kişi de o küçük kızdı.
“Mezarlıklar rahatsız edilinmemesi gereken yerlerdir.
Küçük bir çocukken oturduğumuz evin karşısında, bir mezarlığın üzerine yapılmış
bir ev vardı. Bir yangın çıktı ve o binada yaşayan bütün insanlar çığlıklar
atarak yandılar. Yaşlı insanlar ve küçük bebekler bile. Hepsi öldü. Bunların
hepsini gören tek kişi ise bir kız çocuğuydu. ”
Selim çok akıllı bir adamdı ve Meleğin tahmin
edemeyeceği bir çıkarımda bulundu.
“Hayaletlerin ateş yakabildiklerini bilmiyordum.
Hayaletler ateş yakabiliyorlarsa niye insanlara görünüp onları öldürsünler ki.
Belki birileri yardım etmiştir. Belki de ...” dedi Selim. Cümlesini
tamamlayamadı.
Melek cümlenin tamamlanmasına izin vermeden masadan
kalktı.Çok sinirlenmişti. Yıllardır kendine bile söyleyemediği bir gerçek
ortaya çıkıyordu. Buna izin veremezdi. Bu noktadan sonra sorulacak sorular
Meleğin bütün savunma mekanizmalarını kıracaktı. Masadan çantasnı aldı. Selim
çantayı alan o narin ellerin titrediğini gördü. Az önceki cesur kız gitmiş ve
yerine huysuz bir çocuk gelmişti.
“Ben size yardım etmeye çalışıyordum. Madem ki beni
yargılamayı seçiyorsunuz, kendi korkularınızla kendiniz yüzleşin o zaman.“ dedi
ve merdivenlere doğru yürüdü.
Merdivenlerinin ilk basamağına adımını attığında
gözleri yaşlarla doldu. Karşısında bir polis vardı. Oldukça akıllı bir adama
benzeyen bu polisin olaylara farklı perspektiflerden bakabileceği aklına geldi.
Hayaletlerin ateş yakması çok saçma birşeydi ve polis inanmamıştı. Bu durumda o
ateşi yakan tek bir kişi olabilirdi. Görgü şahidi olan o küçük kız...
4.Bölümün Sonu
5.
Bölüm
Hala ağlıyordu. Buluşmadan sonra
akmaya başlayan göz yaşlarına hakim olamıyor ve vücudunun en masum zerrelerini
boşluğa bırakıyordu. Eve gelirken sigaraya ihtiyacı olacağını düşünüp,
marketten sigara almayı akıl edebilmişti. Marketçinin “kedi kesen” olarak tabir
edebileceği ve her insanın göremeyeceği bir güzellikle kutsanmıştı aslında.
Siyah hüznün rengiydi ve onun başka bir renk seçme özgürlüğü yoktu.
Bir sigara daha yaktı. Artık başını
döndürmüyordu sigaralar, yapabildikleri tek şey ciğerlerini zehirle doldurmaktı.
Derin derin nefesler çekti, derinlere tüpsüz dalış yapan dalgıçların dalmadan
önce yaptıkları gibi. İçinde bir yerlerde bağırıp çağıran ve kaybedilen
çocukluğu vardı. Hiç yaşayamadığı. Hastaneler ile evi ve hiç ait olduğunu
hissedemediği okulu arasında geçen bir çocukluk. Katran karası korkularla
bezenmiş kabusların kucağında, çığlıklar atarak uyandığı sabahları hatırladıkça
hüzünle doluyordu ve hıçkırıyordu. Hıçkırıkları dumanlara boğuluyor ve
kayboluyordu odanın loş ışığında.
Saat epeyce bir ilerlemiş ve gün
doğumuna yaklaşmıştı. Artık midesinin daha fazla nikotin yüklemesini
kaldıramayacak kadar zayıf olduğunu hissettiğinde, yatak odasına doğru yürümeye
başladı. Yatak odasını kapısını açtığı anda arkasında sırtını yalayan bir
soğukluk hissetti. Sanki birileri sırtına dokunmuş ve ona arkasını dönmesini
söylemişti. Olduğu yerde bir heykel edasında kalakaldı ve hareket
kabiliyetlerini bir süreliğine kullanamadı. Arkasını döndüğünde ise odasının
karşısında duran, kapısı açık mutfağın penceresinin sonuna kadar açık olduğunu
fark etti. Kendi odasının kapısını açınca oluşan cereyan onu, bir anlığına
faili meçhul cinayetlerin ve korku filmlerinin içerisine sokuvermişti. Hızlı
adımlarla mutfağa yöneldi ve pencereyi kapattı.
Artık yatağındaydı. Yatak odası
apartman boşluğuna baktığı için perdesi yoktu. İçeriye ışıkta girmiyordu ki, bu
da odayı tamamıyla karanlık yapıyordu. Çok yorgun hissediyordu. Sigara başını
ağrıtmıştı ve gözleri sızlıyordu. Üzerinde buluşmadan beri bulunan elbisesi ile
yatağa girmişti ve huzursuz hissetti kendini. Yatağından doğruldu, ayağa kalktı
ve elbisesini çıkardı. Çamaşır sepetine doğru tam isabet bir atış yaptı ve
tekrar yatağına doğru yönelirken bir ses duydu. Derinlerden gelen bir ses.
Duymak ile duyamamak arasında süregelen bir kısalıkta;
“Tık, Tık, Tık.”
Biri kapıyı çalmış olmalıydı. Ama bu
saatte kim? Komiser Selim? Hayır o olamazdı. Evinin adresini vermemişti. Takip
mi etti yoksa? Yok, hayır o kadar da değil. Bu düpedüz sapıklık olurdu. Peki
kim çaldı bu lanet olası kapıyı? Yatağından kalkıp kapıya bakabilirdi ama şehir
artık hiç güvenli değildi. Gözü dönmüş bir banka soyguncusu polislerden
kaçarken bu evi saklanmak için kullanmak istiyor olabilirdi. Gülümsemeliydi bu
saçma düşüncelerine ama beceremedi. Bu
düşünceler arasında yatağının üstünde iki üç dakika kadar oturduktan sonra çok
yorgun olduğunu fark etti. Kapının çalmasının bir duygusal sanrı olabileceğinin
farkına vardı. Yastığına kafasını koydu ve yorganını üstüne çekti. O kadar
yorgundu ki gözleri kapanıverdi, masal dinleyen bir çocuğun göz kapaklarını
kapanışını andıran bir masumlukla.
Rüyasında uyandı. Yatağında
doğruldu. Burası onun yatağı değildi ve onun odası da olamazdı. Çünkü bu odada
gece lambası vardı. Bir çizgi film karakterinin posteri de tam karşısına
özenlice asılmış ve gülücükler saçıyordu etrafa. Küçükken oturdukları evdeki
odasındaydı. O çizgi film karakteri de en sevdiği çizgi film karakterinin ta
kendisiydi ve babasına bu posteri aldırmak için günlerce yalvarmıştı. Posterin
yanında da bir boy aynası duruyordu. Küçükken daha süslüymüşüm diye düşündü.
Ayağa kalktı ve aynada kendini gördü. Ama bir yanlışlık vardı. Çocukluk hali ile
karşılaşacağını sanırken sabahki elbisesi ile aynanın karşısında belirmişti.
Peki küçüklüğü neredeydi? Korktuğunu hissetti ve arkasını dönüp caddeye bakan
pencereye yöneldi.
Akşam
vaktiydi ve çocuklar saklambaç oynuyorlardı. Küçüklük arkadaşlarından Pelin’i
gördü. Pelin’i o evden taşındıkları günden bu yana hiç görmemişti. Küçükken
nefret ettiği bu kız şimdi içini ısıtan bir arkadaşı oluvermişti. Pelin ebe
olmuş ve sayıyordu. Bütün çocuklar aşağıya doğru kaçarken bir kız çocuğu, caddenin
tam karşısında duran ahşap evin içine doğru giriyordu. Pembe elbisesini hemen
tanıdı. Kendi çocukluğunu görüyordu. Çocukluk hali o eve giriyordu. Pencereyi
açmak istedi ama pencerenin bir kolu yoktu. Arkasını hızla döndü ve kapıya
koştu ama kapı da yoktu. Her taraf duvardı ve sadece caddeye bakan duvarda bir
pencere vardı. Yatak, poster ve ayna yok olmuştu. Olduğu yerde kaldı. Sonra
kendini toparladı. Kendine bir tokat attı ve yüzünün acıdığını hissetti.
“Rüyada değil miyim ben?” Rüyada olmalıydı bunların mantıklı bir açıklaması olamazdı.
Bu soruların cevapları ile daha fazla uğraşamayacağını hissedip tekrar
pencereye yöneldi. Bu sefer pencerenin sonuna kadar açık olduğunu fark etti.
Gecenin karanlığı ve elektriklerin kesilmesi sokağı çok koyu bir karanlığa
gömmüştü. Küçük Melek’i ararken ahşap evin önüne park etmiş bir tanker gördü.
Birden bir sokak lambası yandı ve tankerin altından sızan sıvıların, ahşap eve
doğru eğimli olan sokaktan, o eve doğru bir küçük nehir gibi aktığını gördü. Elinde
sımsıkı bir şeyler tutan bir çocuk vardı. Tankerin çok uzağında ve kendi
evlerinin önünde. Çocuk tankere doğru yürüdü. Karanlıktan hiç korkmuyordu.
Elinde tuttuğu şeyi karıştırmaya başladı. Bir kıvılcım belirdi karanlık sokakta
ve çocuk yaktığı kibrit çöpünü yere attı. Koşarak pencereye doğru gelmeye
başladı. O küçük kıvılcım, kıvrımlar çizerek tankere doğru yöneldi. Çok ağır
ilerliyordu kıvılcımlar. Gözlerini kıvılcımlardan alıp çocuğa doğru yöneltti.
Pembe pijamalar giymiş kendi çocukluğunu gördü. Pencerenin önüne koyduğu
sandalyeye tırmanan çocuk pencereden içeriye atladı ve pencereyi kapattı. İki
elini çenesine koydu ve izlemeye koyuldu. Tanker büyük bir gürültü ile patladı
ve ahşap evi bir anda büyük ateş kıvılcımları sardı. Melek kendi küçüklüğüne
baktı.
“Ne yaptın sen?”
dedi telaşlı bir ses tonuyla.
“Ben yapmadım Melek.
Sen yaptın.”
“Hayır ben
yapmadım. Hayır. Ben yapmadım. Hayır.”
“Sen yaptın Melek.
Şimdi çığlıkları dinle. Çok sevdiğin Şeker Hüseyin amca pencereden atlayacak
bak.” dedi çocuk.
Pencereden yanan bir adam atladı
çığlıklar atarak. Melek kafasını çevirdi ama çocuk sert bir şekilde kolundan
tuttu ve kafası istenmeyen bir biçimde tekrar bu manzaraya döndü. Pamuk gibi
bembeyaz sakalları ile küçük çocuklara şekerler veren ve ahşap evin en üst
katında yalnız yaşayan Hüseyin amca çığlıklar atarak yere düşüyordu. Vücudunu
kıvılcımlar saran bu adamın bembeyaz sakalları görünebiliyordu.
“İkiz bebekleri
olan Aysel Teyzenin haykırışlarını duyabiliyor musun? O bebekler daha 4
aylıktı.” dedi çocuk. Sesi o kadar zalimce geliyordu ki kulağa Melek bu çocuktan
nefret etmişti.“Hayıııır. Yardım edin.
Kurtarın bebeklerimi. Hayııııır.” O kadar içten gelen bir sesti ki bu Melek
gözyaşlarını tutamadı. Bir anne kendi canından geçmiş, çocukları için
haykırıyordu. Bebeklerini çığlıkları yükseldi ateşlerin arasından ve çocuk Meleğin
kolunu bıraktı. Melek dengesini yitirdi ve düşmeye başladı. Az önce bir
odadayken, şimdi göklerden aşağıya doğru süzülüyordu tam ateşin üstüne doğru.
“Hayııııııııııııır.” dedi. Kan ter
içinde kalmıştı. Odası aydınlıktı. Güneş doğmuştu ve yeni bir gün başlamıştı. Melek
yatağında doğruldu ve ağlamaya başladı. Yatağının yanındaki komidinin üstünde
duran küçüklük fotoğrafını eline aldı ve çok sert bir şekilde yere fırlattı.
Hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Ayağa kalktı ve salona koştu. Telefonunu eline aldı.
En son arananlar listesinden bir numara seçti ve aradı.
“Alo Melek Hanım?”
“Selim Bey tekrar
görüşmeliyiz.” dedi..
5.Bölümün
Sonu
6.Bölüm
12
Mayıs 2015 – İstanbul
“Sizi bu kadar
hüzünlendiren nedir? Bir hatam mı oldu? Eğer öyle bir şey varsa gerçekten özür
dilerim.”
“Hayır Selim bey.
Sizinle alakalı bir durum değil bu. Yüzleşmekten kaçındığım şeylerle artık
yüzleşmem gerektiğini fark ettim.”
“Nasıl yani?”
“O kafede otururken
size hayatımın en karanlık gerçeğini söyledim. Evet Selim Bey, Ben bir katilim.
İnsanları öldürdüm. Yaşlı bir adamı ve küçük bebekleri..” dedi Melek. Cümlesini
tamamlayamamıştı. Gözlerinden yaşlar süzülüyor ve hıçkırıyordu.
“Neler
söylüyorsunuz Melek Hanım? Biraz sakin olur musunuz?” dedi Selim ve elini Melek’in
eline doğru uzatarak, bir şefkat yoğunluğu ile kavradı. Kendi ellerinin soğuk
olduğunu düşünüyordu fakat Melek’in elleri buz gibiydi.
Selimin evindeki
tek kanepeye yan yana oturmuşlar fakat aralarındaki o gizemi ve resmiyeti
yitirmek istemezmişçesine, ikisi de uç taraflara yerleşmişlerdi. Selim,
karşısında hüngür hüngür ağlayan bu kadını sakinleştirmek için ellerini tutmuş
ve sonra yavaşça yanına sokulmuştu. Melek, elini tutan bu yakışıklı ve babacan
tavırlı adama koşulsuz kalamamış ve başını bu adamın omzuna yaslayıvermişti.
“Hayatımı mahveden
bir olay bu. Hiç kimse bilmiyor. Artık dayanamayacağım. Bu suçun bedelini
ödemeliyim.”
“Lütfen sakin olun.
Ne yaptınız ki kendinizi bu kadar suçluyorsunuz?”
Melek ağır bir
şekilde başını yaslamış olduğu omuzdan kaldırdı “Saklambaç oynamayı sever misiniz?
Daha doğrusu sever miydiniz?” diye sordu. Hıçkırıkları kesilmiş ve kendini
toplamış gibiydi. Selimin elini çok sıkı bir şekilde kavramış olması bu adama
güvendiğini anlatır gibiydi.
“Evet. Küçükken çok
oynardık ve severdim de.”
“Bende çok
severdim. Küçük bir çocukken her gün, akşama kadar oynardık. Hatta akşamları da
çıkıp kaldığımız yerden devam ederdik. Bir akşam üstü yine bu şekilde bir
oyunun içindeyken, saklanmak için evimizin karşısındaki ahşap evin kapısından
içeriye girdim. Bu ev 3 katlı bir evdi ve her katta bir daire vardı. En üstte
yaşlı Hüseyin dede, ortanca katta mahallenin bakkalı Erdal amca ve eşi, alt
katta Ferit ağabey ve eşi Aysel teyze, zemin katta ise 3 tane öğrenci
oturuyordu. O evdeki herkesi tanıyordum ve seviyordum. O gün oraya girdiğim an
elektrikler kesildi ve korktum. Beni bulamasınlar diye zemin katında aşağısına,
bodruma doğru girmiştim. Merdivenleri bulmaya çalıştım ama çok karanlıktı,
bulamadım. Karanlıklardan bir ses duydum. Çok derinlerden geliyordu ve çok
acımasız bir sesti bu. Birileri, sanki bir koroymuşçasına “Hayaletlerin huzurunu bozan da kim!” diye bana seslendi. Ben
ağlamaya başladım. O anda elektrikler geldi ve oradan çıktım.”
“Onları gördün mü?”
dedi Selim. Melek anlatırken hiç nefes almamış gibiydi. Sesi boğuk çıkmıştı.
“Hayır Selim.
Onları görürsen ölürsün. Sadece ölüler, hayaletleri görebilir.” dedi ve gözleri
ile Selimin gözlerini buldu. Selim az önceki samimiyet içeren cümleyi hemen
kavramıştı ve gereksiz nezaket ifadelerini kullanmayacakları için çok mutluydu.
Bunun yanında bu olayın devamında neler olduğunu da merak ediyordu. Bunları
düşünmesi, yüzünün garip bir hal almasına neden olmuştu. Sırıtmak ile
sırıtmamak arasındaki ince ama bir o kadarda kaba bir görüntüsü vardı.
“Peki ya sonra ne
oldu Melek?” dedi. Melek dememesi gerekliydi bu soruda ama dayanamamış ve
samimiyetlerini bir kez daha onaylatmak istercesine zaruri olarak çıkarıvermişti
ağzından.
Melek bu göndermeyi
umursamazmışçasına büyük bir heyecanla ”Bu olaydan birkaç gün sonra, geceleri
bu garip sesler kulağımda çınlıyordu artık. Her gece hiç aksatmadan benimle
konuşmaya çalışıyorlardı. Onları göremiyordum ama duyabiliyordum.” Melek yine
hüzünlendi ve hıçkırmaya başladı.
Selim az önce böyle
bir yükümlülüğü yokken, birden bire teselli edici ve sakinleştirici esas adam
rolüne bürünen, kendinden emin bir ses tonuyla;
“Babana, annene ya da başka birine bu
seslerden bahsettin mi?” diye sordu. Bu garip olayda ki hayaletler hiç ilgisini
çekmemiş ve çok normal karşılamış gibiydi.
“Elbette ettim.
Babam birkaç gün yanımda yattı. Babam yanımdayken bile o sesleri
duyabiliyordum. Babamı uyandırdım ve sesleri duyup duymadığını sordum.
Duymadığını söyledi ve doktora götürdü beni. Hayatımın 4 senesini hastane
köşelerinde, psikologların sorularına maruz kalarak geçirdim. Onlara her şeyi
anlattım ama inanmadılar.” dedi ve sustu. Uzun bir süre belki bir dakika, belki
beş dakika, belki de bir ömür, bir boşluğa yöneltti bakışlarını. Dalıp gitmişti
o günlere. Sessizliği bozan Selim’in bir sorusu oldu.
“Ya sonra?”
“Sonra mı?”.
Melek az önceki söylediklerini unutmuşçasına
şaşırmıştı. Ama artık herşeyi anlatmakta kararlıydı.
“Seslere alışmaya
başlamıştım artık. Kafamın içinde dönen o seslere cevaplar vermeye başladım.
Adımı sordular, adımı söyledim. Bundan sonra adım ile hitap etmeye başladılar
ve beni çağırdılar.” dedi ve yutkundu. Biraz duraksadıktan sonra devam etti.
“Beni rahat bırakacaklarını ama önce onların istediği bir şeyi yapmam
gerektiğini söylediler. Ne yapacağımı sordum. Sadece bir ateş yakmam
gerektiğini söylediler. Niçin diye sordum. Özgür kalmak istediklerini
söylediler.” dedi ve tekrar Selim’in gözlerinin içine baktı.
”Ben küçük bir
çocuktum sadece. Neyin iyi neyin kötü olduğunu bilmiyordum.” dedi. Bunları
söylerken yüzünün aldığı o hal en duygusuz insanları bile dize getirebilecek
derecede masumdu. Biraz duraksadıktan sonra devam etti. ”Kabul ettiğimde,
beklememi söylediler. Bir Çarşamba günüydü. Akşam vakti ahşap evin önüne, bir
tanker yaklaştı. Orada kaldı. Sonradan öğrendik ki tanker bozulmuş ve akşam
olduğu için sahibi orada bırakmak zorunda kalmış. Gece olduğunda, uykumdan
uyandırdılar ve pencereyi açıp odamdaki küçük sandalyemi dışarıya çıkarmamı
istediler. Dediklerini yaptım. Sonra mutfağa gidip masanın üzerinde duran
kibriti almamı söylediler. Dediklerini yaptım. Pencereden dışarıya çıkmamı
istediler. Zemin katta oturduğumuz için dışarıdaki sandalyeye basıp dışarıya
çıktım. Tankerin yakınına gelmemi söylediler ve tankere yaklaştım. Kibriti
yakıp yere atmamı ve odama dönüp penceremi kapatmamı istediler. Dediklerini
yaptım. Odama tekrar çıkıp pencereyi kapattım ve sonra..” dedi ve tekrar
hıçkırmaya başladı.
Selim bütün
olanları anlamıştı. Bir şeyler söylemeliydi, avutmalıydı. “Küçük bir çocukken
yaptığın bir şey bu. Üstelik bunu sen yapmadın. Sonuçlarının ne olacağının veya
insanların öleceğinin de farkında değildin. Bu sesler ile seni kandırdılar ve
sana hükmedip kendi istediklerini yaptırdılar.”
“Yanan insanları
izledim. Bebeklerin ..” dedi Melek. Artık hüngür hüngür ağlıyordu. Günlerdir
döktüğü gözyaşları, göz pınarlarını tüketmemiş aksine çoğaltmışçasına, boncuk
boncuk ağlıyordu. Selime döndü; “Sana da yaptıracaklar.” dedi. Sesi
ağlamasından kaynaklanan bir hüzne bulanmıştı.
“Ben onlara
ulaşmadan onlar bana ulaşamazlar ki.” dedi Selim. Kabul etmek istemedi bu
çıkarımı.
“Yavaş yavaş
etkileyecekler seni de.”
“Ne yapmalıyız.
Nasıl kurtulmalıyız?” dedi Selim. Böyle boş boş durup bir gerilimin içine
sürüklemek istemiyordu şüphesiz. Kendi problemini çözerken, Melek’inde
problemini çözmek istiyordu şüphesiz.
“Çok uzun süre
araştırdım bunu. Bu olaylar ile ilgilenen birkaç adam var ama yurtdışındalar ve
pek de samimi olduklarına inanmıyorum.”
“Gidip konuşmam
gerek ve ne istediklerini öğrenmem..”
Melek titreyen bir
ses tonuyla; “Bu çok tehlikeli. Seni de öldürebilirler.”
“Seni
öldürmemişler, beni de öldürmezler.” dedi. Cesaretinin toplamıştı fakat bu işi
nasıl yapacağı konusunda hiçbir fikri yoktu.
Melek gözyaşlarını
sildi. “Ben de seninle geleceğim o zaman.” dedi. Selim bu kızın cesaretine
hayran kalmış olmalıydı. Bu teklife verdiği cevap olumlu olmuştu
----------
16
Mayıs 2015
CIA – Avrupa Bürosu
– Türkiye Temsilciliği - Ankara
“Gerekli
araştırmaları yapmaları için iki uzmanı gönderdim efendim.” dedi CIA’ nın
Türkiye sorumlusu olan Michael Knight. Konuştuğu kişi ise Amerikan gizli
istihbaratının iki numarası olan George Anderson’du.
“Mike, senin
kanaatin ne yönde?”
“Bir tahmin
yürütmek çok zor efendim. Fakat bu son olayla birlikte sayı 5 oldu. Üstelik bir
başkomiser ve genç bir kız aynı anda bir komiserin gözü önünde öldürüldü. Bu
olayın tek şahidi olan komiser ise akli dengesini yitirdiği için tanık
listesinden silindi. Türkler bu olayı örtbas etmek istiyorlar şüphesiz. Düğümü çözecek
tek kişi ise bu komiser.” dedi ve önünde
duran Selim Kurnaz adına hazırlanmış dosyanın kapağındaki resme baktı.
“Arkasında hiç iz
bırakmayan bu adam çok yetenekli olmalı. Onu, Türklerden önce bulup biz
sorgulamalıyız. Hatta bizzat ben sorgulamak istiyorum. Ne tarz bir silah yada
bıçak belki de kılıç kullanıyor belli değil. Olay yerinde hiçbir iz yok.”
“Evet efendim.
Komiser ile iletişime geçeceğiz fakat basının ilgisinin azalmasını beklemek
zorundayız. Sonra ise en iyilerden birkaç ajanı göndererek bu adamı
aldıracağız.” dedi Michael Knight.
İyi niyetlerini
bildirdikten sonra telefonu kapattılar. Takım elbiseler içerisinde ki bu adam,
Amerika’nın Ankara’daki büyükelçiliğinde basit bir memur olarak çalışıyordu.
Kravatını düzeltti ve önünde duran gazeteye baktı. Gazetede 4 gün önce işlenen
cinayetlerin tek tanığı olan komiser Selim Kurnaz’ın, basının sorduğu sorulara
verdiği tek cevap yazıyordu.
“HAYALETLER”
6.Bölümün Sonu
dil bilgisi kurallarini gozden gecirebilirseniz guzel bir kurgu ve olayin yaninda harika bir hikaye ortaya cikacaktir.
YanıtlaSilÜzerinde en çok çalıştığım konu Dil Bilgisi. Fazla kafa yormadan yazdığım ilk üç bölüm sonrasında biraz olayı ele alıp 4. bölümü yazdım. Bundan sonrası için ise daha detaylı bir kurgu ve olaylar zincirinin oluşturulması aşamasını tamamladım. İlk başta deneme olarak yazdığım bu hikaye benimde çok hoşuma gitti ve üstüne düşmeye başladım. Umarım bundan sonraki bölümlerini de okursunuz. Zamanınızı ayırdığınız için teşekkür ederim...
YanıtlaSilEtkileyici bir hikaye.Tebrik ederim.Başarılarınızın devamını dilerim.
YanıtlaSil